Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi
Halk Sağlığı BD Öğretim Üyesi
Dünya Sağlık Örgütü Türkiye Temsilcisi
Şu anda tüm dünya yaklaşık 3 yıldır süregelen Kovid-19 pandemisi ile başa çıkmaya çalışmaktadır ve küresel sağlık tehditlerinin bu gününde, dünya çapında sağlık güvenliği için küresel iş birliği sağlanması büyük ihtiyaçtır. Dünya Sağlık Örgütü, “herkes güvende olana kadar hiç kimse güvende değildir” sloganı ile acil sağlık durumları için iş gücünün oluşturulması tek riskli patojenler için önlemler konulması ile ülkeler arasında zamanında ve doğru verilerin paylaşımı için çok yönlü çabalarda bulunmaktadır. Diğer yandan da, Dünya Sağlık Örgütü tüm üye ülkelerin iş birliği ile Kovid-19 testlerine, ilaçlarına ve aşılarına erişimi arttırmaya ve hızlandırmaya çalışmaktadır. Ne yazık ki, bugün itibariyle Afrika kıtasında tam olarak aşılandırma oranı %2’nin altındadır ve son derece dramatik bu oranı bu noktadan %50’lere, daha sonra %70-80’lere çıkarmak durumundayız.
Bu sağlık sorunlarının en önemlileri olarak bugün ve yarın da önümüze büyük bir halk sağlığı problemi olarak ortaya çıkacak bulaşıcı olmayan, yahut da kronik hastalıklarla mücadele gelmektedir. Dünyada her yıl yaklaşık 56 milyon kişi hayatını kaybetmektedir ve bunların %71’i yani 40 milyonu, bulaşıcı olmayan hastalıklardan meydana gelmektedir. Bulaşıcı olmayan hastalıkların yanında yaşlanma, küresel ısınma ve çevre sağlığı, antibiyotiklere olan dirençte diğer çok önemli halk sağlığı konularıdır.
Şu anda dünyadaki toplam ölümlerin %16’sı iskemik kalp hastalıkları sebebiyledir ve bu nedenle 2000 yılından bu yana ölümlerde büyük bir artış yaşanmaktadır ve bu hastalığa bağlı ölümlerin sayısı şuan 9 milyon kişiye yükselmiştir. Dolayısıyla dünyada her yıl 9 milyon kişiyi kalp hastalıkları, iskemik kalp krizleri ve koroner arter hastalıkları sebebiyle kaybetmekteyiz. Bunu inme, felçler ve kronik obstrüktif akciğer hastalıkları takip etmektedir. Önemli bir sağlık sorunu olarak önümüzdeki yıllarda sürekli karşımızda olacak diyabet hastalığında 2000 yılından bu yana %70’lik önemli bir artış söz konusudur ve diyabet en çok ölüme sebep olan ilk 10 hastalık arasına girmiştir ve özellikle erkek ölümlerindeki diyabete bağlı ölümler de giderek de artış göstermektedir.
Başka önemli bir sorun ise, yaşlanmaya bağlı olarak Alzheimer ve bunama olarak görülen Demans türleridir. Bu da yine ilk 10 hastalık arasında hızlıca yukarı doğru çıkmaktadır. Diyabet daha çok erkeklerin ölümüne yol açarken, Alzheimer ve diğer Demans türleri daha çok kadınların ölümüne yol açmaktadır. Tüm Alzheimer ve Demans ölümlerinin %65’ini kadınlar oluşturmaktadır.
Böbrek hastalıkları da giderek önemli hale gelmektedir ve böbrek hastalıklarından ölümler de, dünyada en çok ölüme yol açan sebepler arasında sayılmaktadır. 2000 yılında yaklaşık 800 bin kişi hayatını kaybederken, bu ölüm sayısı 2019 yılında 1.3 milyon kişiye yükselmiştir. Özellikle yüksek gelirli ülkelerde akciğer kanserinden ölümler ve meme kanserinden ölümler de son yıllarda giderek artış göstermektedir. Bulaşıcı olmayan hastalıklar ve kronik hastalıkların önümüzdeki yıllarda da giderek artacağı beklenmektedir.
Kovid-19 pandemisinin ardından veya Kovid-19 pandemisine bağlı olarak sonrasında ortaya çıkacak bir takım kronik hastalıklarda da artış beklenmektedir. Bunun en büyük sebebi ise, bazı kişilerin Kovid-19 sürecinde kısıtlamalar nedeniyle bir takım tedavilerini ertelemiş olmalarıdır. Bu süreçte özellikle kanserler için tarama testleri yapılamadığından kanserlerde belirgin bir artışın görüleceği beklenmektedir. Hastanelerdeki yatakların büyük bir bölümü Kovid-19 yoğun bakımlarına, Kovid-19 hastalarına ayrıldığından, diğer hastalar için hizmetlerini kısan sağlık sistemi nedeniyle de Kovid-19 sonrasında özellikle kanserler ve kalp-damar hastalıklarında da bir artış beklenmektedir.
Türkiye’nin çevre, küresel ısınma, antibiyotik direnci, sağlıklı gıdaya tüketimi, kentleşme, iç ve dış göç gibi bir takım toplum sağlığını doğrudan etkileyen sorunlardan etkilenmemesi mümkün değildir. Türkiye’de, dünyadaki diğer ülkeler gibi küresel anlamda bu sorunlarla her geçen gün büyümektedir. Sağlığı tanımlarken bedenen, ruhen, sosyal yönden iyilik hali olarak ifade edilmektedir ve sosyal yönden iyilik halini belirleyen, bu sayılan faktörlerdir. Bir kişinin iyilik hali ve sağlıklı olması için mutlaka çevresiyle, yaşadığı ailesiyle, eğitimiyle, yoksulluğuyla beraber bu hususları değerlendirmek gerekmektedir.
Türkiye’nin özellikle son yıllarda ve 2020 yılında belirginleşen sağlık reformları ile beraber bebek ölümlerinde, anne ölümlerinde düşüşler meydana gelmiştir. Buna bağlı olarak da Türkiye’de beklenen yaşam süresinde önemli artışlar olmuştur ve 2013-2015 döneminde doğumda beklenen yaşam süresi 78 yıl iken, bu son 2-3 yıl içerisinde yaklaşık yaşam süresi 79 yıla kadar yükselmiştir. Şu an ülkemizde ortalama yaşam süresi kadınlarda 80.7 yıla, erkeklerde ise 75.9 yıla yükselmiştir.
Burada ülke olarak en önemli sorunumuz, Türkiye’de doğumda beklenen sağlıklı yaşam süresinin ne kadar arttığıdır. Türkiye’de doğumda beklenen yaşam süresi 78.6 yıl iken, doğumda beklenen yaşam süresi 58.3 yılda kalmıştır. Türkiye’de yaşayan bireyler hayatlarının yaklaşık 20 yılını sağlıksız bir halde geçirmektedirler. Aradaki büyük fark; sağlıksız beslenme, obezite, hareketsizliğe bağlı olarak bu yıllar daha da artış göstermektedir. Özellikle burada bir konuya dikkat etmek gerekirse Türkiye sağlıksız geçirilen yıl ortalaması yaklaşık 20 yıl iken, kadınlarda sağlıksız geçirilen yıl miktarı yaklaşık 25 yıldır. Bu da Türkiye’de belki de geleneksel olarak kadınların daha az hareket etmesi ve buna bağlı olarak daha fazla obez olması ve sağlıksız beslenmesi de sağlık kayıplarının ana nedenleri olmaktadır.
Yaşlanmaya da bağlı olarak gelecekte uzun süreli bakım, rehabilitasyon, palyatif bakım, sağlık bakımı, sigorta veya emeklilik sistemleri üzerine çok büyük bir yük getirecek ve bu yükü herhalde önümüzdeki yıllarda karşılayamayacak hale gelecek.
Dünyadan farklı olarak bulaşıcı olmayan hastalıklardan ölüm oranı Türkiye’de %71 iken, bu oran 2019 yılında %89’a yükselmiştir. Yani Türkiye’de her yıl meydana gelen yaklaşık 436 bin ölümün 407 bini, bulaşıcı olmayan hastalıklardan meydana gelmektedir ve daha kötüsü Türkiye’de bulaşıcı olmayan bir hastalıktan erken ölme, yani 70 yaşında ölüm oranı yaklaşık %17’dir. Bu orana komşu ülkelerden örnek vermek gerekirse; bulaşıcı olmayan hastalıklardan ölüm oranları Yunanistan’da %12, Fransa’da %11, İtalya’da %9’dur. Bunun en büyük sebeplerinden biri, çok büyük oranda sigara içmemiz, sağlıksız beslenmemiz ve hareketsiz bir yaşamı benimsememizdir. Özellikle sigara konusuna değinmek gerekirse, tüm dünyada sigara içme oranları yükselmektedir. Bu alışkanlığın artışı önümüzdeki yıllarda özellikle Türkiye’de daha fazla akciğer kanserlerine maruz kalınacağı anlamına gelmektedir.
Diğer bir sorunda, özellikle Türkiye’de kronik hastalıkların ve bulaşıcı olmayan hastalıkların, yüksek tansiyonun, şeker hastalığının, kalp-damar hastalıklarının birinci basamaktaki sağlık hizmet sistemleri ile yönetimidir. Türkiye ana-çocuk sağlığı, gebelerin takibi, aşılamada birinci basamakta çok önemli yollar kaydetmiştir ve bu oranlar çok yükselmiştir. Ne yazık ki hala hipertansiyonda, kan şekerinin takibinde, kronik ve böbrek hastalarında, kronik akciğer hastalıklarında birinci basamak sağlık sistemi aile hekimleri çok uygun hizmet içeriklerini sunamamaktadırlar. Bu hizmetlerin büyük bölümü Türkiye’de hastanelerde verilmektedir. Bu da Türkiye’de önümüzdeki yıllarda özellikle sigorta ve emeklilik sistemleri üzerinde büyük bir baskı olacağını söylemektedir. Türkiye’nin ana-çocuk sağlığı, aşılama hizmetlerinde olduğu gibi kronik hastalıkların, bulaşıcı olmayan hastalıkların yönetiminin de birinci basamağa bir an önce entegre edilmesi gerekmektedir.
Ne yazık ki Türkiye’nin obezite ile ilgili karnesi çok kötüdür ve 2009 ile 2019 yılları arasında 10 yıllık süreçte Türkiye’deki obezite oranı %30 artış göstermiştir. Diğer hastalıklar içerisinde en yüksek artış gösteren risk faktörü kalp-damar hastalıklarıdır. Görülen kronik hastalıklar içinde obezite sorunu 2.sıradadır ve bunu %23 ile böbrek yetmezliği ve böbrek hastalıkları takip etmektedir. Bu böbrek hastalıklarının nedenleri arasında büyük ihtimalle yüksek tansiyon, yüksek kan şekeri ve yüksek oranda tuz kullanımımızın olduğu düşünülmektedir.
Dünya Sağlık Örgütü olarak, Sağlık Bakanlığı ile birlikte Türkiye’de obezite sıklığı konusunda 2017 yılında kronik hastalıklar ve risk faktörleri çalışması yapılmıştır. Bu çalışma Türkiye’de hane halkı bazında yapılan ve Türkiye’yi temsil eden ilk çalışma olmuştur. Bu yıl eğer Kovid-19’dan imkân bulunursa bu çalışmanın tekrarlanması düşünülmektedir ve Türkiye’nin 4-5 yıldaki değişimlerinin de analizinin yapılma imkânı bulunmuş olacaktır.
2017 yılında Türkiye’de ilk defa yapılan bu çalışmada erkeklerin %62’si, kadınların %66’sı ve toplamda kişilerin %64’ü fazla kilolu olarak bulunmuştur. Bu da yaklaşık 30-35 milyon kişinin Türkiye’de fazla kilolu olduğu anlamına gelmektedir. Dünya Sağlık Örgütü Avrupa Bölgesinde 53 ülke vardır ve Türkiye’de kadınlardaki %66’lık bu oran en yüksek oran olarak görülmüştür. Yine erkeklerin %22’si, kadınların %36’sı, toplamda kişilerin %29’u obez olarak bulunmuştur. Yani bu kişilerin vücut kitle indeksleri 30 kg/m2’nin üzerinde ve kadınlarda bu oran %36 ile çok yüksek olarak değerlendirilmiştir. Bunun en büyük sebeplerinden biri Türkiye’de bireylerin fiziksel aktivite yapma oranları çok düşüktür ve toplumdaki 10 kişiden 4’ü fiziksel aktivite yapmamaktadır. Her iki kadından bir tanesi de fiziksel aktivite yapmamaktadır. Diğer yandan da sebze meyve tüketimimiz çok az ve çok fazla da tuz tüketimi söz konusudur. Burada ifade edilen bilgiler erişkinlere aittir. Çocuklar ile ilgili edinilen bilgilere bakıldığında ise durum pek iç açıcı değildir.
Türkiye’de çocuklar arasında da obez çocuk oranı giderek artış göstermektedir. 2013 yılında bu oran %8.3 iken, 2016 yılında %9.9’a yükselmiştir. Yani Türkiye’de yaklaşık olarak her 10 çocuktan 1’i ne yazık ki obezdir. Fazla kilolu çocuk oranı da 2016 yılında neredeyse %15 seviyesinde bulunmuştur. Kovid-19 döneminde okulların kapanması, çocukların evde kalması ve yeme alışkanlıklarının değişmesi büyük bir ihtimalle obezitenin artışını tetiklemiştir.
Aslında biz neyin işe yaradığını, ne yapılması gerektiğini; hem küresel olarak, hem de Türkiye olarak biliyoruz. Burada birinci konu, bireylerin sağlıklı yiyecekler alımının teşvik edilmesi ve sağlıksız yiyeceklerin alımının azaltılmasıdır. Özellikle içinde yüksek miktarda şeker, tuz ve yağ olan yiyecek ve içeceklerin mümkün olduğu kadar az tüketilmesi ve fiziksel aktivitenin desteklenmesi gerekmektedir. Gebelik döneminde ve daha sonra da erken çocukluk döneminde beslenme ve fiziksel aktivitenin artırılması, okul çağındaki çocuklara beslenme konusunda danışmanlık verilmesi, yetişkinlerde de kilo yönetimi çok önemlidir.
Bizlerin birey olarak yapması gerekenler; şekerli içecekleri tüketmemek, tuzlu yemekleri yememek ve mümkün olduğu kadar hareket etmektir. Diğer taraftan devletlerin de kişilerde istenen davranışların oluşması için bir takım önlemler alması gerekmektedir. Şu anda pek çok Avrupa ülkesinde gıda paketleri üzerinde trafik ışıklarına benzer uyarılar vardır. Örneğin; siz bir paketli ürün aldığınızda eğer onun üzerindeki uyarı kırmızı ise, o ürün sağlıksızdır ve o ürünü almazsınız ama bu paketin üzerindeki renk yeşil ise, o ürün sağlıklıdır ve rahatlıkla tüketebilirsiniz ki, kişi o ürünü tercih etmektedir.
Pek çok Avrupa ülkesi ve dünyadaki pek çok ülke şekerli içeceklere daha fazla vergi uygulamaya başlamıştır. Böylece, kişilerin şekerli içecekleri tüketmesini engellenmeye çalışılmaktadır. Türkiye’de ne yazık ki sağlıklı yaşamaya yönelik önlemler konularında karnemiz maalesef çok kötü ama önlemler alınabilir. Ülkemizde de obezitedeki korkunç tabloyu aşağı çekmek için önemli adımlar atılabilir.